Menu

23 Nisan 2009 Perşembe

Gecikmiş bir gün, gecikmiş bir yazı... Hayat...



31 Ocak 2009. Gün henüz doğurmamış güneşi. Sisli bir Eskişehir günü. Ne çok özlemişim bu sis kokusunu, sokağın sessizliğini ve herkes uyurken bir yere yetişmeye çalışmayı...

Otobüse binene dek sadece Eskişehir'i izledim, dinledim. Sonunda otobüsteyim. Herkes uykulu. Benim gözlerimse alabildiğine açık hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için... Bir yandan da sürekli konuşuyorum heyecandan. Konuşmaktan yorulduğumda şehirden çıktığımızı farkediyorum.

Başka bir yer. Başka insanlar var bu sefer. İşe yetişmek için koşan takım elbiseli bir adam, otobüs bekleyen bir kadın, dükkanının önünü süpüren yaşlı bir amca, miskin miskin onun yaptıklarını izleyen kirli ve kocaman bir köpek, şehir dışına doğru yayılan bir yerleşim yeri, yol kenarında çöpler, kurumuş ağaçlar... Bir dere, bizim hemen yanımızda gidiyor. Gözden kaçırmamaya çalışıyorum. O ise kafasına göre eğleniyor. Oyunlar oynuyor bunca yıla şahit olan kocaman ağaçlarla, terkedilmiş ahşap evlerle. Bir iniyor, bir çıkıyor. Bir görünüyor, bir kayboluyor. Can veriyor yatağının kenarında onu izleyen otlara. Sonra da hiç bir şey yok gibi birikiyor bir bataklıkta. Yorgun ve kirli artık. Uykuya dalıyor usulca...

Onun bıraktığı yerden meyve ağaçları devam ediyor yola mükemmel bir düzen içinde. Bir sürü meyve ağacı. Oldukları yerden izliyorlar rüzgarı. Rüzgarda uçan poşetleri. Mavi kapılı küçük evi. Az ilerde başlayan kayalıkları. Ve kaybediyorlar kayalıklar arasındaki yola giren otobüsü, bizi. Kayalıkların arası kasvetli ama hayat dolu. Sarmaşıkların sımsıkı sardığı ağaçlar, öylesine atılmış bir el arabası, el arabasının üzerinde dinlenen bir kuş. Karanlık ama hayat dolu bir yer. Kayalıkların arasından çıktığımızda ise tamamen değişiyor hayat tekrar. Bomboş, kupkuru. Sadece yol, uzun bir yol. Ağırlaşıyor gözlerim. Direnemiyorum uykuya...

Gözlerimi açtığımda bir dizi fabrika görüyorum. Gri, tozlu, düzensiz, kirli... Ve işte İstanbul... Karmaşık, renkli, renksiz, hareketli. Büyülü...

Bulduğumuz ilk taksiyle gidiyoruz Sakıp Sabancı Müzesi'ne. Hava yağmurlu, heyecan dolu. Sıraya giriyoruz. Bir grup genç kız dikkat çekmek için gülüp duran, bir çift yalnızca sırada bekleyen, 60 yaş üstü bir grup kadın dedikodu yapan, küçük bir çocuk annesine sorular soran, yalnız bir kız mor paltolu, yalnız bir erkek siyah atkılı, ben ve sen öğrenci kimliğini çıkarmaya çalışan cüzdandan, yüzlerinde bir hayranlıkla sergiden çıkmakta olan insanlar...v.s.





Çok güzel bir sergi gezdik o gün. Dali'yi daha iyi anladık belkide. Aslında kim olduğunu ve ne yapmaya çalıştığını. Büyük bir heyecanla baktık o çizgilere , renklere en ince ayrıntısına kadar. Kelimelerim yetmez gerçek hislerime ya da Dali ile ilgili olarak gözlemlediklerime, öğrendiklerime. Yalnızca aklımda kalan bir ya da iki ayrıntıyı anlatabilir ve çektiğim fotoğraflardan birkaçını paylaşabilirim belkide...

Resimlerin yanında yazan bilgilendirme yazılarını okuyup, "Ya olmaz ki böyle bir şey. Adam niye bir resmi yapmak için 16 ayna kullansınki? Fotoğrafını çeker." gibi hayattan keyif almayı bilmeyen insanlardan duyduğum ve beni dehşet içinde bırakan, sinirlendiren yorumları duymam dışında gördüğüm bir kare işledi zihnimin bir yerlerine. Alt kattaki salona indiğimde merdivene oturmuş bir çocuk gördüm. Elinde bir kağıt ve bir kalem. Resim yapıyor. Hiç kimseyi duymadan görmeden. Sadece oturmuş resim yapıyor. Hepsi bu. O kadar hoşuma gitti ki gördüğüm manzara. Belki de birçok şeyi anlattı bana o gün ile ilgili. Onca rengin arasında siyah-beyaz gördüm ben o kareyi. Belki de içinde tek bir renk ile...





... ve hayat devam ediyor o günden arta kalanlarla. Daha renkli, daha canlı, daha olgun, daha boş, daha sıradan belki de. Ama kesinlikle daha gerçek...