Menu

22 Eylül 2011 Perşembe

19 Temmuz 2011 Salı

Hangi ...?

Hangi "sen"in hayalini kurduğun hayat bu?
Hangi "sen"in hayaline giden çakıllı yol bu?
Şu an mı yoksa gelecek mi güzel olmalı?
Işığa ulaşmak için illa loştan mı geçmelisin?
Kim için, ne için, ne yapıyorsun?
Yoksa her şey bir ilüzyon mu?
Sıcacık deniz kumlarını mı sivri çakıl taşları olarak görüyorsun şimdilik?
Gözlerini ovuştursan geçecek mi acaba hepsi?
Aslında serin deniz sularına giderken ayakların mı yanıyor sadece güzel kumlarda yoksa?
Düşün bunları şimdi.
Biraz da uyu benim için.
Kumlar soğuyana dek uyu.
Gecenin rüzgarı yüzüne değene kadar uyu.
Uyandığında güzel ve gerçek bir sabaha uyanacaksın ya da ne bileyim işte...
Ama uyu şimdi.
Ha bir de düşün düşün b..tur işin...

20 Haziran 2011 Pazartesi

Yine ama yeni...

Yakın ama henüz değil. Gerçek ama belirsiz. Umutlu ama sıkkın. Renkli ama karanlık. Güzel ama buğulu... Yine ben. Yine sen. Yine onlar. Ama yeniden... Daha zor ama daha huzurlu. Yeniden... Yeni ben. Yeni sen...v.s.

8 Mayıs 2011 Pazar

Ne çok yorulmuşum...

Yıllardır ilk defa bu kadar ağır bir yorgunluk hisettim. İliklerime kadar... Bunca yılın birikimi gibi. Ne çok yorulmuşum... Dün sabaha karşı Eskişehir'e geldim. Eve ulaştığımda hiç kimse yoktu caddede. Ne insan ne araba ne de hayvan. Hiçbir şey. Dışarda olmama rağmen duydum kulaklarımdaki çınlama sesini. Yüzüm güldü birden. Sessizlik bazen ne kadar güzelmiş. İhtiyaçmış bazen meğer... İstanbul'un gürültüsüymüş sanki beni asıl yoran. Hiç sessizlik yaşamamışım sanki orada...

Tekrar dönüyorum Ankara'ya. Orayı bile özlemişim sanki. Evimi, ofisimi, okulumu, sokağımı, kaplumbağalarımı, Haydut'un manasızca bakışını, markete gitmeyi, her sabah aynı otobüse binmeyi, aynı yüzleri izleyerek işe gitmeyi, kendimi ve en çok seni, tüm bu sıradan şeylerden keyif almamı sağlayan seni. Ne çok özlemişim...

Tamam neyse... Haydi yaşayalım!

30 Ocak 2011 Pazar

İyiki varsınız... İyiki varsın...

Ah Eskişehir... Yine kar ile karşıladın beni. Beyaza bulandım gardan çıkar çıkmaz. Yüzümde bir tebessüm oluştu. Zihnimden bir aydınlık yayıldı bedenime. Ne kadar griye bulaştıysam Ankara'da, orada, burada hepsi aktı gitti saçlarımın ucundan. Öylece izledim güzelim kardan kaçışıp duran insanları. Oysa bir durup izleseler onu, onunla senin uyumunu, eminim büyülenirler. Ama görmüyorlar. O gece görmedi oradaki kimse senin kar içindeki güzelliğini, yorgunluğunu, renklerini. Neyse, bana ne işte. Ben gördüm onca heyecanı o gün ve baştan başladım her şeye sanki. Bir kez daha mı değiştim acaba o gece?.. Bilemiyorum. Takip edemiyorum artık kendimi. Değişimimi. Hayatımın akışını. Mutluluklarımı. Hüzünlerimi...v.s. O yüzden arada bir yazıyorum yakaladıkça aklımda uçuşan kelimeleri. Nadiren yakalayabiliyorum belki ama okuduğumda nereden nereye geldiğimi, ne kadar değiştiğimi göstermeye yetiyor yazdığım bir avuç cümle...

Dün hayatıma yeni bir dönem eklendi. İnşallah ömrüm boyunca benimle olacak bir yaşam parçası. Benimle birlikte büyüyecek, gelişecek, çeşitlenecek, renklenecek bir dönem. Bir yaşam parçası. Sonu olmayan bir müzik gibi. Baktıkça seni içine alan bir renk gibi. Kokladıkça koklamak istediğin bir koku gibi. Dedim ya, yeni bir yaşam parçam oldu. O parçamı en güzel ışığıyla muhafaza edeceğim. Koruyacağım. Besleyeceğim. En azından elimden geleni yapacağım. Belki bir gün bir yaşam parçam değil, "ben" olacak onca şey. O ve ben. Her şey çok güzel olacak...

Ve Eskişehir... Canım Eskişehir. Bir gün yine kar ile karşılayacaksın beni. Bu sefer gri olmayacak avuçlarımda. Buğu olmayacak gözlerimde. Tanıyamayacaksın beni. "Ne kadar da mutlu görünüyorsun" diye fısıldayacaksın kulağıma. Bense sadece hafif bir tebessümle izleyeceğim senin kardaki güzelliğini ve teşekkür edeceğim belki de sana. Ah Eskişehir... Sen olmasan ben, biz olur muyduk acaba? Aslında en büyük teşekkürüm sana olacak belki o gün. Bir sana, bir aileme, bir ailesine, bir O'na. Hepiniz. İyiki varsınız... İyiki varsın

24 Aralık 2010 Cuma

Sorularımı sordum. Üşüyorum...

Bu gece soğuk buralar. Burnumun ucu buz gibi. Oysa kalorifer sıcak hala. Belki de üşüyen benim yalnızca...

Kendimle ilgili başka Gökçe ihtimallerini tanımaya çalışırken sorduğum sorular beni daracık bir sokağa itiyor bu gece. O kadar dar ki, kalbim sıkışıyor, boğazım düğümleniyor bu gece.

Oysa onlar yalnızca soru.
Araştırma bir nevi.
Sınırlarımı anlamak için.
Kendimi tanımak için sadece.
Ne kadar beyaz, ne kadar siyah olduğumu görebilmek için.
Sığındıklarımın ne kadar ve nereye kadar yanımda kalacaklarını görmek için.
Sadece soruydu sorduklarım.
Sadece sorularımdı beni bu dar sokakta, soğukta bırakan.
Sadece öylesine, anlamsız sorulardı tüm ruhumu karanlığa çekip beni üşüten.
Kahretsin.
Yalnızca birkaç aptal soruydu beni yalnız bırakan.

Ve yalnızca birkaç küçük soruydu dilimden dökülenler ve aklımda ve aklında bu kadar büyük soru işaretleri çizenler.
Yalnızca birkaç soruydu bize dibimizi gösterenler.
Yalnızca aklımın oyunuydu işte.
Dilimin çözülmesini fırsat bilen ve ortalığa atlayan birkaç küçük şeytandı onlar.

Sordum,
dinledim,
gördüm,
anladım,
şaşırdım,
üzdüm,
şaşırttım,
kızdırdım,
üzüldüm.

Ama gerçekten yalnızca soru sormaktı tek isteğim.

Sadece aklımda bir şeyleri oturtup kendimi daha iyi tanımak, sınırlarımı görmek ve yanlış bir şey yapmamak için.

Ben sorularımı sordum. Üşüyorum...

21 Aralık 2010 Salı

Yazacağım...

O kadar çok şey biriktirdimki avuçlarımda... Yazmam gerek artık. Ama inan yetişemiyorum kendi hayatıma. Geçen hafta gözlerim doldu birden: "Allahım neden bir gün 36 saat değil?" diye :) Öyleyim işte. Bu şikayet değil ama asla. Boş da duramamki ben. Karmakarışık olmayı seviyorum ben. Rengarenk böyle...

Neyse. Sonuç olarak, söz veriyorum. Yazacaklarım avuçlarımdan taşıp çamura karışmadan yazacağım. Zamandan çalabildiğim an yazacağım. Sımsıkı kapattığım avuçlarımı açmaya cesaretim olduğu zaman yazacağım. Bu Gökçe ile değil, diğer Gökçe olduğumda yazacağım. Ay dolunayken ve sokağım sessizken yazacağım.

Ama yazacağım... Gözlerimden akıp gitmeden renklerim, yazacağım.

23 Nisan 2009 Perşembe

Gecikmiş bir gün, gecikmiş bir yazı... Hayat...



31 Ocak 2009. Gün henüz doğurmamış güneşi. Sisli bir Eskişehir günü. Ne çok özlemişim bu sis kokusunu, sokağın sessizliğini ve herkes uyurken bir yere yetişmeye çalışmayı...

Otobüse binene dek sadece Eskişehir'i izledim, dinledim. Sonunda otobüsteyim. Herkes uykulu. Benim gözlerimse alabildiğine açık hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için... Bir yandan da sürekli konuşuyorum heyecandan. Konuşmaktan yorulduğumda şehirden çıktığımızı farkediyorum.

Başka bir yer. Başka insanlar var bu sefer. İşe yetişmek için koşan takım elbiseli bir adam, otobüs bekleyen bir kadın, dükkanının önünü süpüren yaşlı bir amca, miskin miskin onun yaptıklarını izleyen kirli ve kocaman bir köpek, şehir dışına doğru yayılan bir yerleşim yeri, yol kenarında çöpler, kurumuş ağaçlar... Bir dere, bizim hemen yanımızda gidiyor. Gözden kaçırmamaya çalışıyorum. O ise kafasına göre eğleniyor. Oyunlar oynuyor bunca yıla şahit olan kocaman ağaçlarla, terkedilmiş ahşap evlerle. Bir iniyor, bir çıkıyor. Bir görünüyor, bir kayboluyor. Can veriyor yatağının kenarında onu izleyen otlara. Sonra da hiç bir şey yok gibi birikiyor bir bataklıkta. Yorgun ve kirli artık. Uykuya dalıyor usulca...

Onun bıraktığı yerden meyve ağaçları devam ediyor yola mükemmel bir düzen içinde. Bir sürü meyve ağacı. Oldukları yerden izliyorlar rüzgarı. Rüzgarda uçan poşetleri. Mavi kapılı küçük evi. Az ilerde başlayan kayalıkları. Ve kaybediyorlar kayalıklar arasındaki yola giren otobüsü, bizi. Kayalıkların arası kasvetli ama hayat dolu. Sarmaşıkların sımsıkı sardığı ağaçlar, öylesine atılmış bir el arabası, el arabasının üzerinde dinlenen bir kuş. Karanlık ama hayat dolu bir yer. Kayalıkların arasından çıktığımızda ise tamamen değişiyor hayat tekrar. Bomboş, kupkuru. Sadece yol, uzun bir yol. Ağırlaşıyor gözlerim. Direnemiyorum uykuya...

Gözlerimi açtığımda bir dizi fabrika görüyorum. Gri, tozlu, düzensiz, kirli... Ve işte İstanbul... Karmaşık, renkli, renksiz, hareketli. Büyülü...

Bulduğumuz ilk taksiyle gidiyoruz Sakıp Sabancı Müzesi'ne. Hava yağmurlu, heyecan dolu. Sıraya giriyoruz. Bir grup genç kız dikkat çekmek için gülüp duran, bir çift yalnızca sırada bekleyen, 60 yaş üstü bir grup kadın dedikodu yapan, küçük bir çocuk annesine sorular soran, yalnız bir kız mor paltolu, yalnız bir erkek siyah atkılı, ben ve sen öğrenci kimliğini çıkarmaya çalışan cüzdandan, yüzlerinde bir hayranlıkla sergiden çıkmakta olan insanlar...v.s.





Çok güzel bir sergi gezdik o gün. Dali'yi daha iyi anladık belkide. Aslında kim olduğunu ve ne yapmaya çalıştığını. Büyük bir heyecanla baktık o çizgilere , renklere en ince ayrıntısına kadar. Kelimelerim yetmez gerçek hislerime ya da Dali ile ilgili olarak gözlemlediklerime, öğrendiklerime. Yalnızca aklımda kalan bir ya da iki ayrıntıyı anlatabilir ve çektiğim fotoğraflardan birkaçını paylaşabilirim belkide...

Resimlerin yanında yazan bilgilendirme yazılarını okuyup, "Ya olmaz ki böyle bir şey. Adam niye bir resmi yapmak için 16 ayna kullansınki? Fotoğrafını çeker." gibi hayattan keyif almayı bilmeyen insanlardan duyduğum ve beni dehşet içinde bırakan, sinirlendiren yorumları duymam dışında gördüğüm bir kare işledi zihnimin bir yerlerine. Alt kattaki salona indiğimde merdivene oturmuş bir çocuk gördüm. Elinde bir kağıt ve bir kalem. Resim yapıyor. Hiç kimseyi duymadan görmeden. Sadece oturmuş resim yapıyor. Hepsi bu. O kadar hoşuma gitti ki gördüğüm manzara. Belki de birçok şeyi anlattı bana o gün ile ilgili. Onca rengin arasında siyah-beyaz gördüm ben o kareyi. Belki de içinde tek bir renk ile...





... ve hayat devam ediyor o günden arta kalanlarla. Daha renkli, daha canlı, daha olgun, daha boş, daha sıradan belki de. Ama kesinlikle daha gerçek...

7 Kasım 2008 Cuma

Oyun

Aklımdan o kadar çok duygu, olgu, durum, zaman, mekan geçiyor ki... Hepsine birden yetişemiyorum. Aktaramıyorum. Yönlendiremiyorum. Yazamıyorum, çizemiyorum, söyleyemiyorum, yapamıyorum. 

Kelimelerim birbirine dolanıyor, kalemimin ucu kırılıyor, silgim çizgilerimi dağıtıyor, çayım masama dökülüyor, masamın lambası bozuluyor, misketlerim yere saçılıyor ve yatağımın altına kaçıyorlar, gitarım durduğu yerde tozlanıyor, fırçalarımın rengi değişiyor, tokam saçımı tutmuyor, şampuanım yine bitiyor, tırnaklarım yine uzadı, yine susadım, yine geldi uykum.............. Yine tıkandım...

Ama sebebini bilmediğim bir mutluluk yol bulmaya çalışıyor içimde. Ve sebebini bilmediğim bir kırgınlık dolanıyor zihnimde bir yerlerde. Mutlulukla göz göze gelmek için kapatıyorum gözlerimi. Bu sırada kırgınlık, onu görmemden çekinip saklıyor kendini... Tüm gece saklambaç oynuyoruz beraber. Bazen canımız sıkılınca yakar top oynuyoruz saklambaçı bırakıp. Birbirimizi ebeliyoruz gece boyu. O kadar eğleniyorum ki... Hatta bazen düşünüyorum "Kendi kendine benim kadar eğlenebilen var mıdır?" diye. Hmmm. Pek sanmıyorum. 

Neyse... Hala toplanmayı bekleyen misketlerim var benim. Traşlanması gereken kalemlerim, kesilmesi gereken tırnaklarım ve görülmesi gereken rüyalarım...

Haydi eyvallah...

17 Eylül 2008 Çarşamba

Değiş - i - yorum ?

Bir şeyler ters mi gidiyor? Yapılacak şey basit. Değiş ve değiştir. Unut ve devam et yoluna. Bir daha da dönüp bakma...

Değişmek hep kolay gelmiştir bana... Bir anda her şeye baştan başlayabilir, kendimi baştan yaratabilir, dünyamı baştan kurabilir, hiçbir şey olmamış gibi devam edebilirim... Ya da edebilirdim...
-dim? Neyse işte...

Geçen gün uzaktan, yukardan, dışardan, dışımdan baktım şöyle bir kendime. Bir kısmım fazla beyaz, bir kısmım biraz siyah, bir kısmımsa rangarenkti. Üç farklı Gökçe. Duruma göre, hayatın getirdiklerine göre, çevreye göre, kafama göre istediğim rengimi dönebiliyordum güneşe. Kendimi öyle görünce endişelendim aslında. Üç farklı kısım... "Belki de birçok şeyi normalden üç kat daha şiddetli ve heyecanlı ve hatta dolu yaşamamın sebebi budur." diye düşündüm. Ya da bir şeyleri bir türlü oturtamamamın sebebi. Kim bilir?...

...Ve karar verdim. Şimdi yeni bir değişim içindeyim. Ama bu sefer biraz daha zor, biraz daha karmaşık. Çünkü rengarenk kısım sabit kalırken beyazın bir kısmı siyaha karışmalı ki kısmi bir dengeye ulaşabileyim...v.s.

Sonuç olarak; ben, en azından deniyorum. Daha doğru, daha iyi, daha sert, daha güçlü, bazen daha kirli ama kesinlikle daha doğru bir Gökçe yaratmak için... Ben güçleniyorum, ben beyazlıyorum, ben ...? Taşlaşıyor muyum? Nasırlaşıryor muyum? Ben büyüyor muyum?

Ben büyüyor muyum? Bundan mı bir şeyleri düzenleme, düzeltme isteğim? Bundan mı karmaşaya direnişim? Büyüyor olduğum için mi kulaklarımı tıkayışım, yaralarımı ellerimle kapatmaya çalışışım, artık rüya görmeyişim, kaygılarım? Büyümek bu mu? Pıhtılaşmak mı? Ruhsuzlaşmak, soğuklaşmak, taşlaşmak...?

Böyle olmamalı. Kim, nasıl büyür ve hangi evrelerden geçer bilmiyorum. Fakat ben bu evrelerden geçmek istemiyorum. On yıl sonra ben hala çizgifilm izlerken heyecanlanmak, televizyonda reklam yakalayabilmek için "zap yapmak" istiyorum. Kar yağarken anlamsızca sırıtmak, sokakta kedi gördüğümde kovalamak, misketlerimi tekrar tekrar döküp toplamak istiyorum. Ben, hayallerimi kaybetmek, nasırlaşmak, pıhtılaşmak istemiyorum... Bunu başarmak için elimden geleni yapacağım. İçimden taşan saçmasapan ama eğlenceli heyecanımı bir otobüs durağında, bir şehirde, herhangi bir yerde bırakıp devam etmeyeceğim...

Evet, değişiyorum. Evet, belki de büyüyorum. Ama tüm renklerimle, tüm hayallerimle, tüm inançlarımla, tüm oyuncaklarımla, tüm heyecanımla.

Evet. Ben yine değişiyorum, ısrarla değişiyorum ve bundan korkmuyorum. Bu günlerde hiç olmadığım kadar huzurlu ve heyecan doluyum.

Yüzümde sürekli ve anlamsız bir gülümseme... Ben değişiyorum... :)

12 Ağustos 2008 Salı

Karnaval


Kalbimle boğazım arasında bir yerde. Bir karnaval. Kıpır kıpır, rengarenk. Zihnime doğru yayılan renk ve heyecan.

Zihnimde bu karnavalı bastırmamı, şu an zamansız olduğunu söyleyip duran, elinde tarot kartları ile yaşlı bir kadın...

Ben, şu anki ağır mecburiyetimi gerçekleştirmeye çalışırken; ellerim, karnavaldan aldığı renklerle oynamak istiyor. Işıklar altında gezinmek, çekingen yağan yağmuru Ankara’da bırakıp Eskişehir’in sonbaharına gitmek, yorgun sokaklarında anlamsızca gezinmek...

Doldum. Yoruldum. Özledim... Ve bu hafta sonu her şeyi Ankara’da bırakıp gideceğim. Kalbimle boğazım arasında bir yerde dolanıp duran karnavalı kusacağım kağıtlara, tuvallere, doğaya, Eskişehir’e...

Ben, aklımda uçuşan onca renkle, saçma sapan resimler yapmaya çalışan yaramaz çocuklar gibi kovarken düşlerimden o yaşlı kadını; anladım...
...Yaşadığım şehir kadar yorgunum artık...

2 Ağustos 2008 Cumartesi

19 Eylül’de Sakıp Sabancı Müzesi kapısını Salvador Dali’ye açıyor...


Böyle bir serginin yıllardır hayalini kuruyordum. Yaklaşık bir yıldır da büyük bir heyecanla 19 Eylül'ü bekliyorum... 

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), Salvador Dali'nin yağlı boya tabloları, çizimleri ve grafiklerinden oluşan yaklaşık 270 eserin yanı sıra el yazmaları, fotoğraflar ve çeşitli belgelere ev sahipliği yapacak... 

24 Temmuz 2008 Perşembe

Renklerin Dansı

Marcel Marceau (22 Mart 1923 – 22 Eylül 2007)


Sen hiç gündüz umursamazcasına içinde kaybolduğun denizden; gece, dolunay ışığında, için boğulurcasına uzaklaştın mı? Hiç yaşadın mı böyle bir kaçış? Bütün benliğinle maviden kaçar gibi. Gecenin en karanlık köşesine sığınır gibi...

Peki hiç düşündün mü - ya da yaşadın mı - uykunun en güzel yerinde ölüme karışmayı? Ne olduğunun farkına bile varmadan boyandın mı siyahın en siyahına?

Ortalık mosmordur. Sen hiçbir şey yokmuş gibi dolaşırsın dolunayın çevresinde. Arkandan seslenenler olur yüzlerini asla görmediğin, göremeyeceğin... Ayağın sivri taşlata takılır, acır. Derken, düşersin kocaman bir papatya tarlasına. İçine bir huzur dolar aniden. İç hesaplaşmaların başlar. "İyi bir insanım... Ya da oldukça kötü..." Kafanın içindeki sesler, gözünün önünde kapılar açıp kapatır. Kırmızı , siyah , mor... Kırmızı ister canın. Mordan çeker biraz. Ama tek görebildiğin siyahtır artık. Sonsuz, sessiz, acılı. Işığın en kör noktası. Siyah...
Her şeye rağmen korkusuzca ilerlersin. Derken bir sıcaklık hissedersin ayaklarının altında. Siyahın tek kırmızısıdır hissettiğin. Kan... Aniden dehşete kapılırsın. Sonra bir renk daha. Mor... Mor bedenler doluşur etrafına. Korkarsın. Üşürsün. Miden bulanır. Başın döner. Gözlerini kapatırsın...

... Gözlerini açtığındaysa çoktan onlardan biri olduğunu fark edersin. En ortada, onların arasında. Kırmızı ve mor. Siyahın içinde renklerle yitersin. Ruhun kutsanır. Bedenin çürür. Ölüler dünyasında ağlarsın sonsuzluğa. Ve artık seni ne duyan vardır ne de hisseden... Çığlıklarında boğulursun. Yağmurlarla yıkanırsın. Yüzünde acı bir tebessüm oluşur.

Yeni bir oyun başlar. Salon ışıkları söner. İlk defa hissedersin kalp atışlarını. Yüzüne sarı bir ışık düşer ansızın. Kendi oyununa şimdi hazırsındır. Maskeni çıkarır, oynamaya başlarsın...

Fotoğraf ?

Fotoğrafın içinde sıkışıp kalmış bir kız, bir ruh, bir renk, bir düş.
Bedenini yeni terk etmiş, yalnız bir kız.
Her gün ilk güneşle duyurmaya çalışıyor sesini soğuk odasına.
Kırmızı bir ain dolanıp duruyor dudaklarının arasında.
Söylediği şarkılara ağlıyor duvarları...

Ahşap evin karanlığında annesinin acı çığlığı...

Kız, çığlıktan sonra anlıyor sesini duyuramayacağını ve bırakıyor kendini, O'na kucak açan ürkütücü geceye...
Ölü ruhlarda bir sızı. Hepsi siyah. Hepsi ölü...

7 Haziran 2008 Cumartesi

KO - r - KU

Suskunluktan ağrıyor dilim. Sessizlikten kanıyor kulaklarım. Elimdeki şarap dökülüyor karla kaplı rüyalarımın üzerine. Gece, boğuyor tüm renklerimi. Gece, bastırıyor her şeyi. Onca zaman ıslanmayan gözlerimden akmaya başlıyor yaşlar. Çoğalıyorlar, çoğalıyoruz, çoğalıyorum... Gözyaşı olup akıyorum geceye. Biri şemsiyesini açıyor. Kaldırımlarda birikinti oluyorum. Üzerime basıyor küçük, çıplak bir ayak. Kim olduğunu anlayamadan karışıyor karanlığa. Arkasında bıraktığı bir parça ses, bir parça acı, bir parça umut. Arkasında bıraktığı ben... O gece yok oluyor tüm hayal kentim. O gece yok oluyor tüm batıl inançlarım. Çıplak ayaklı çocuğu tekrar görüyorum o an. Bir damla yaş akıyor gözünden. Bir damla daha... Bana katılıyor tüm yaşları, bana karışıyorlar ve güzel bir bahar sabahı beraber buharlaşıyoruz. Havada çiçek kokuları...

14 Temmuz 2001

( 2001 / Eskişehir, "Anı Yarışması" birinciliği , Gökçe Ünlü )

Evinin yalnız duvarları yansıyor soğuk ve karanlık geceye. Her zamanki gibi kör bir ışık sızıyor ölüm kokan caddeye. Işığını söndürmek için geldim Smyrna'ya. O da duymuş senin öldüğünü. Bu yüzden kabul etti beni içine.

Kapı açık. Ardına kadar. Dolunayın ışığı sızıyor eski, ahşap merdivene. Duvardaki fotoğraflar karanlığa gömülmüş. Evinin dört bir yanı ağıt yakıyor bir 14 Temmuz gecesine. O kırmızı kanepede bir karaltı. Kardeşin galiba. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Elinde mektubun... "Sadece sana..." diye başlıyor, "Smyrna bir düş şimdi gözlerinde..." diye bitiyor. Sadece bana yazmışsın bu mektubu. Beni de kanatmak için galiba...

O soğuk, lanet, ıslak mektubun elimde çıkıyorum merdivenlerden. Işığı yakacak oluyor kardeşin, izin vermiyorum. "Karanlıktan korkardın sen?..." diyor. Hiç ses vermeden çıkıyorum odana. Nemli, keskin bir koku dolanıveriyor parmaklarıma. Odanın kapısı hafif aralık. Korkmadan başımı içeri daldırıyorum. Yerde... Seni görüyorum... Yerde yığılı, kanlar içinde sen... Korkmadan yanına çömeliyorum. Odanda mor bir çığlık asılı. Gece ağlıyor üstüne. Ama ben gördüm. Ağlayan sendin aslında. İki damla kırmızı yaş akmış gözlerinden aşağı. Ağlamışsın sen gecenin karanlığında...

Elimdeki mektubu kapatıyorum suratına. Elindeki silahı kilitliyorum sandığına. Kör ışığına sevdalanmış bir sinek görüyorum sonra. Sen, ona; o, geceye; gece, Smyrna'ya emanet... Işığını kapatmadan çıkıyorum odandan. Lanetlerimizi sakladığımız şarap şişesini parçalıyorum ağlayan duvarlarında. Son bir çığlık yalnız, karanlık, kırmızı konağında...

21 Nisan 2008 Pazartesi

Karanlık korkusu - kelimelere dökülen bir rüya...

Ne zaman sönse ışıklar, ürker aklımdaki karanlıklar. Bu yüzden ne zaman sönse ışıklar, çoğalır karanlıklar. Kafama sığmayacak kadar çoğalırlar. O kadar ki gözlerim, ruhum boyanır siyaha. Kanım, sığmaz olur damarlarıma. Kırmızıya dönüşürüm o anda. Islanır gözlerim, yanaklarım, aklım zamanla. Yeşil bir denize düşerim sonra. Sonsuz bir yeşil. Çırpındıkça battığım, savaştıkça öldüğüm bir yeşil. Ardından nasıl olursa kıyıya vururum beyaz köpükler arasında, çıplak bir balık gibi. Bu sefer soluduğum hava boğar beni. Ve aksi gibi kabul etmez deniz beni geri. Kum dolar boşalan damarlarıma, ruhuma, usuma. Ve tekrar yaşam bulurum rüyamın karanlığında...

10 Nisan 2008 Perşembe

Palyaço...

Üzerinde her türlü duygunun tanımlanabileceği nadir varlıklardan. Acı, korku, hüzün, mutluluk, yalnızlık, doğum, ölüm, yas...v.s. Ne kadar güzel, ne kadar acı...

Benim bir resmim (tuval üzerine yağlı boya) ;

"Her şeyi bırakıp gitme isteği"... Saçmalık...

İstemek kolaydır... Bir nevi kaçıştır. Ya da en baştan başlama isteği. Genelde bu isteğini gerçekleştiremeden başka bir çarka girer ve her şeyi bırakıp gitmek istediğini bile unutursun. Sonra biraz boş vaktin olunca ya da kendinle kalınca yine bir eser öyle. Sonra yine bir işin çıkar ve unutursun. Böyle geçer gider hayat. Sonra da istemeden her şeyi bırakıp gidersin...

3 Nisan 2008 Perşembe

Sustukça yaş(al)ıyorum...

Ne çok yazardım eskiden... Sustukça yazardım. Yazdıkça susardım. Belki de, her ne kadar karmaşık görünse de o yaşlarda yaşam, o kadar da netti - ki hızla yazabiliyordum. Öyle ki, yetişemiyordu elim aklımdan geçen kelimelere.

Bu gün yine aldım kalemi elime. Öylesine karalayım diye. O kadar çok şey geçtiki aklımdan... Yazamadım. Hangi birinden yola çıkacaktım ki? Hangi "Gökçe"yi yazacaktım? Neyin peşinden gidecektim?... Bembeyaz kağıdı izledim uzun süre. Zihnimin renkli odalarında dolanan bir şeyleri kovaladım durdum. Yakalayamadım. Ya yazacak kadar net değillerdi ya da yazacak kadar önemli...

O yaşlarda öyledir ya. Ne hissetsen, ne görsen önemlidir, heyecan verici. Hemen paylaşmak istersin herhangi bir şeyle. Bir resim ile, bir şarkı ile, bir kağıt ile. Şimdiyse yaşananlar çok daha yoğun, çok daha değerli, çok daha dolu olmasına rağmen hali olmuyor belki de insanın paylaşmaya. Her şey o kadar hızlı gidiyor ki, her şey o kadar hızlı değişiyor ki, onu paylaşmanın bir manası kalmıyor. Havada asılı kalmış onca kelime bulutu gibi. Anlattıkça anlamsızlaşacak sanıyorsun yaşadıkların, gördüklerin, hissettiklerin... Ve susuyorsun... Ceplerine doldurmaya çalışıyorsun bütün bunları. İstediğinde çıkarıp şöyle bir bakmak için.

İşine nasıl gelirse işte... İşime nasıl gelirse belki de...

29 Mart 2008 Cumartesi

...öylesine...

Bu "blog"... Bazen öylesine bazen de gerçekten bir şeyler karalayabilmek için. Bazen paylaşmak bazen de saklamak için... Dedim ya, öylesine işte... :)